Sudaki Hatıralar

2065, Paşayazı, Samsun

Zeynep, güne tuz tadı sinmiş rüzgârla uyandı. Gözlerini açar açmaz bir süre tavana baktı. Alçak tavan, her sabah olduğu gibi, rutubetin bıraktığı lekeleriyeni şekillere çeviriyordu zihninde. Bugün rüzgâr kuzeyden esiyordu. Bu iyiye işaretti. Kuzey rüzgârı hem yosun kokusunu uzaklaştırır hem de çatıdaki panelleri kuruturdu.

Martının sesiyle yerinden kalktı. Muhtemelen aynı martıydı; her sabah aynı saatte gelip panellerin üstüne konan. Belki de o da Zeynep gibi bu çatıyı yuva bellemişti. Paslı merdivenden yukarı çıkarken Zeynep'in, elinde bir sünger ve bir su şişesi vardı. Eskiden olsa bu merdivenleri bir solukta çıkardı ama rutubet nedeniyle ağrıyan dizleri artık sadece ağır ağır çıkmasına izin veriyordu. Güneş panellerinin üstü tuzla kaplandığında verimleri düşüyordu. Günde 10-12 litre su sağlayacak kadar elektrik üretilemezse su sistemi de çalışmıyordu. Her şey birbirine bağlıydı artık. Hayat, panellerin gölgesinde dönüyordu.

Panelleri silip bağlantıları kontrol ettikten sonra su arıtma sistemine göz attı. Sistem, yağmur suyuyla destekleniyor; ancak asıl kaynağını deniz suyundan alıyordu. Küçük bir su arıtma cihazı, güneş enerjisiyle çalışıyordu. Günlük üretimi on beş litreyi geçmezdi ama biriktirdiği yağmur sularını da hesaba kattığında tek kişilik bir hayat için yeterliydi.

Aşağı indiğinde mutfağın köşesindeki kutuyu açtı. İçinde kurutulmuş balıklar vardı. Bu kutu, Zeynep’in geçim kaynağıydı.

Haftada iki kez, sabah erken saatlerde, küçük balıkçı ağıyla yakaladığı ispermeçetleri, istavritleri temizleyip çatının yanındaki iple gerili tellere asarak kurutuyordu. Zaten yorgun ve yıpranmış bedeni artık bu işleri çok zorlanıyordu; dahası güneşli günlerde bu iş iki gün sürüyordu. Rüzgâr varsa bir gün yeterdi. Tek derdi balıkları kuşlardan korumaktı. Tuz zaten balığın içindeydi artık. Bu kurutulmuş balıklar, hala çalışan bazı takas noktalarında çok değerliydi; konserveyle, lityum pil takımıyla ya da kuru fasulyeyle değiş tokuş edilebiliyordu.

Zeynep’in bir de birkaç sene önce kurduğu, küçük yosun tarlasına benzer yüzey örtüsü vardı . Denize sarkıttığı iplikli ağlara kırmızı yosun türleri tutunmuştu. Onları kurutup ipe diziyor, paketleyip şehre giden eski karavan sahiplerine veriyordu. “Besin lifi zenginliği” nedeniyle bazı iç bölgelerde hâlâ rağbet gören bir üründü. Denizin ona sunduklarıyla karadan gelen şeyleri takas ederek ayakta kalıyordu.

Kamp ocağında azıcık kahve ısıttı. Suyu azdı ama özel günlerde kahve yapmak bir törendi. Bugün de öyleydi. Bugün, biricik hayat yoldaşı Halil’in ölüm yıl dönümüydü. Ve büyük ihtimalle onun mezarına yaptığı son ziyaret olmasının hüznünü yüreğinde hissediyordu Zeynep.

Masada, sararmış zarfa sıkışmış bir mektup duruyordu. Amasya’dan gelmişti. Ablası şöyle yazıyordu:

“Zeynep, ne olur gel artık. Burada kalacak yerimiz var. Burada hâlâ yollar, marketler, insanlar var. Orası artık ev değil. Halil’i unut demiyorum ama artık kendini unutma.”

 Zeynep cevabı çoktan hazırlamış ama göndermemişti:

“Ben burada sadece yaşıyor değilim. Hatırlıyorum. Her şey kaybolduğunda, birinin kalması, birinin hatırlaması gerekir.”

Ama bunu yazmanın anlamı yoktu. Çünkü ablası, onun Halil’i beklediğini sanıyordu. Ama Zeynep’in beklediği bir şey yoktu. O sadece gitmemeyi seçmişti. Suya gömülen köyü, yosun tutmuş sokakları, mezarları terk etmek istemiyordu.

Çantasını hazırlamaya başladı. Yarın, artık karaya gitmesi gerekecekti. Erzaklar azalmıştı. Kurutulmuş balıkları bir beze sardı, yosunları kurutup torbaya koydu. Eski bir pusula, bir harita, bir de yıpranmış defteri çantasına yerleştirdi. Bugün yola çıkmadan önce Halil’in mezarına uğrayacaktı — belki de son kez. Hazırlıklarını tamamlarken eski günler geldi aklına….

2045, Ovacık, Samsun

2045 Haziranı’ndan birkaç ay önce, hayat zaten çok zorlaşmıştı. Zeynep ile kocası Halil, Samsun’un sahile yakın kasabalarından birinde, Ovacık’ın en kenarındaki tek katlı evlerden birinde yaşıyorlardı. Yaşam, artık sadece sabretmeye değil, sürekli yeniden ayakta kalma yolları bulmaya dayanıyordu.

Halil, eski bir depoda bekçilik yapıyordu. Depo artık pek kullanılmıyordu ama binayı henüz yıkmamışlardı. Bazı geceler iç göçle gelen aileler o binada konaklıyordu; bazen birkaç saatliğine, bazen birkaç haftalığına. Halil onları hiç kovmadı, deponun kapısını da kilitlemedi. “Herkesin hikâyesi başka,” derdi. “Bugün misafir olan, yarın ev sahibi olur. Nasılsa depo boş, kimseye zarar vermedikleri sürece burada kalabilirler.”

Zeynep ise o sıralar gençti, evde sabun yaparak Halil’e destek olmaya çalışıyordu. Doğal yağlarla, bazen lavanta ile bazen sadece zor temin edebildiği zeytinyağıyla… Paşayazı’daki küçük pazar yerine kadar yürüyüp sabunlarını satmaya çalışıyordu. Gerçi pazar eskisi gibi dolu değildi, kazancı epey düşmüştü ama evin bütçesine ufacık katkı sağlaması bile yetiyordu Zeynep’e. İnsanlar büyük şehirlerden kaçıp Karadeniz kıyılarına yerleşmeye çalışmış ama geldikleri yerlerde de tutunamamışlardı.

Büyük İstanbul Depremi’nin ardından Türkiye toptan değişmişti. İstanbul’un nüfusu bir anda milyonlarca kişi azalmış, binlerce aile özellikle Batı Karadeniz’e göç etmişti. Düzce, Bolu, Safranbolu gibi yerlere tutunmak kolay değildi artık. İnsan sayısı artmış, iş azalmış, fiyatlar fırlamıştı.

Ovacık gibi köylerde, Paşayazı gibi kasabalarda ise işler tam tersiydi. Deniz her yıl biraz daha iç kesimlere yaklaşıyordu. Toprak gitgide tuzlanıyor, o yüzden de tarlalarda verim düşüyordu. Halil, “Toprağın sabrı bizimkinden fazla,” derdi ama aslında onun da içi içini yiyordu. Maaş neye yetecekti? Hiç değilse kendi yiyeceğini çıkarmak amacıyla bahçeye diktiği fideler bile tutmuyordu artık. Domatesler erken çürüyor, fasulyeler açmadan sararıyordu.

Büyük İstanbul Depremi’nden kaçanlardan başka bir de dışardan gelenler vardı. Özellikle Pakistan’dan göç eden milyonlar… Kimi Karadeniz’den Trakya’ya, oradan da Avrupa’ya geçmeye çalışıyor kimiyse burayı son durak belirleyip Karadeniz kıyılarında kamp kuruyordu. Zeynep, birkaç kez Bafra tarafındaki tren istasyonunda, yorgun kalabalıklardan kaçıp çayırlarda uyuyan çocukları görmüştü. Çocuklardan bazıları yorulmuş, Türkiye’de kalmak istemişti. Samsun’daki yerel halkın çoğu gibi Halil de bu durum karşısında ne düşüneceğini bilemiyordu. “Onlar da bizden farksız,” demişti bir gün. “Topraksız kalan herkes birbirine benzer.”

Zeynep’in ablası o zaman da ısrarla çağırıyordu onu: “Gel Amasya’ya. Burada hâlâ yaz dışında yağmur yağıyor, hâlâ iş var, bahçemizde bir iki ürün yetişiyor. Hem yeğenlerini de görürsün.” Ama Zeynep gitmemişti; Halil’i bırakmayı hiçbir zaman düşünmemişti. Halil ise emekliliğe bu kadar yaklaşmışken bulabildiği bu işi bırakmak istemiyordu haliyle.

Ama yağmurlar bir türlü kesilmiyordu. Halil’in çizmeleri hiç kurumazdı, yazık, öyle ıslak ıslak giyer giderdi işe hiç sesini çıkarmadan… 

Toprak kabarıyor, su çekilince de çöküyordu. Dereler yeni yollar açıyor, köy yollarını yutuyordu. Tüm bu küçük işaretler bir felaketin habercisiydi ama kimse o kadarını düşünmek istemiyordu.

2045 Haziran ayının ilk günleriydi. Gökyüzü, sanki Karadeniz’in öfkesiyle dolmuş da taşmamak için kendini zor tutuyormuş gibiydi. Günlerdir hava griydi; ne güneş doğuyor ne rüzgâr esiyordu. Havada bir ağırlık vardı, Zeynep’in içine basan, ciğerlerinin ucuna kadar ulaşan bir ağırlık.

İlk yağmur gece üçte başladı. Zeynep, çatıdaki teneke oluklardan gelen uğultuyla uyandı. Halil o gün nasıl yorulduysa onca sese rağmen uyanmadı. Yıllardır yağmura alışmışlar, yağmuru arka plana atmayı öğrenmişlerdi, zira Karadeniz’de yağmur her zaman yağardı.

Ama bu sefer başka bir şey vardı Zeynep’i uyandıran. Yağmurun sesi alışılmadık şekilde gürdü. Sanki gökten kovalarla değil, oluklarla değil — aşağıya boşalan birer perde gibi iniyordu. Zaten yaşı ilerledikçe uykusu hafifleyen Zeynep bu sese uyanmış, yatakta dönüp duruyordu. Kalkıp şöyle bir kolaçan edeyim diye pencereye gitti; daha sabah olmadan önce yağan yağmurun balkonu suyla doldurduğunu görünce çok şaşırdı. Tuhaf bir şeyler vardı. Her ne kadar yorgun kocasına acısa da gidip Halil’i uyandırdı: 

“Haliiiil, hadi kalk! Dışarda sular seller… Evi su basacak yakında”. 

Halil “Karadenizin yağmuru işte hanım, ne olacak, az daha kestireyim bakarım” diye homurdandı, arkasını döndü ve uykuya geri daldı. 

Sabah dokuza geldiğinde elektrikler gitmiş, telefon da çekmemeye başlamıştı.  Zeynep radyodan ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu ama bir türlü yayın yakalayamadı. Radyonun cızırtısına uyanan Halil, durumun vehametini görünce hemen fırladı:

“Neler oluyor? Neden beni uyandırmadın Zeynep?” diye söylendi. 

“Uyandırmaya çalıştım da dinlemedin ki! Balkonu su bastı, elektrik yok, telefon çekmiyor, radyo istasyonlarını da bulamıyorum” dedi Zeynep. 

Halil, eski radyo vericisini açmaya çalıştı ama pili bitmişti. “Bir çıkayım bakayım madem, yolda birilerini görür sorarım.” dedi.

Zeynep karşı çıktı: “Gitme ne olur! Zaten her yeri sular seller götürüyor, dere taşmış sanırım, etrafta sürüklenen sürüklenene. ”

Ama Halil pencereden dışarı bakınca daha fazlasını gördü: Köyün içinden geçen kuru dere yatağı artık akıyordu. Ve sadece akmakla kalmıyor, gürleyerek taşıyordu. Ağaç kökleri, çöp bidonları, tavuk kümesleri… Ve arkalarından gelen bulanık, kahverengi dev bir kütle: Yeşilırmak.

Halil pencerede dışarı bakıp donakaldı: “Bu bizim köyün deresi değil hanım. Yeşilırmak taşmış, bizim dereyle birleşmiş… Nasıl bir yağmurdur ki bu?”

İşte o anda Zeynep ilk kez korktu. O gün bugündür, korkunun gerçek sesini ilk kez o anda duyduğunu söyler. Çünkü Halil’in sesinde ilk kez şüphe vardı. Halil, normalde hiçbir zaman telaş yapmazdı. Ama o gün sesinde bir boşluk vardı.

Saat öğlene yaklaşırken evin önündeki patika suyla doldu. Çocukluğunda derenin hemen yanına kurulan evi şimdi su sarıyordu. Komşular bağıra çağıra kaçmaya başlamıştı. Kimisi küçük yüksekliklere, kimisi evlerinin damına çıkıyordu.

Halil kapıyı açtı. “Sen hemen çatıya çık. Ben Cemalgilin küçük kızını alıp geleceğim. Onlar kasabaya gitmişlerdi, kız yalnızdır şimdi.”

Zeynep'in içi buz gibi oldu. “Gitme Halil! Gitme! Ben yalnız kalamam,” diye bağırdı.

Halil durdu, gözlerinin içine baktı. Sonra yumuşak bir sesle:

“Sen kalırsan bir gün daha yaşarsın. Ben gitmezsem o çocuk bugün ölür.”

Ve gitti.

Zeynep çatıya çıktı. Çatının kenarına oturdu, ayaklarının altındaki evin, duvarlarının, pencerelerinin nasıl yavaş yavaş suya gömüldüğünü izledi. Rüzgâr aniden bastırdı. Su, uğultuyla birlikte köyün içini dolduruyordu. Telefon direkleri sallanıyor, serenderler yıkılıyor, seralarda plastik örtüler göğe savruluyordu.

İki saat geçti. Halil dönmedi.

Üç saat daha geçti. Güneş batarken, su hâlâ yükseliyordu. O gece Zeynep, yıldızları değil, karanlık bir gökyüzünü izledi. Gece yarısı civarında sel azaldı. Ama Halil’den haber yoktu.

Üç gün sonra, su yavaş yavaş çekildi. Dördüncü gün, Zeynep onu yaşlı ceviz ağacının kırık dallarının arasında buldu. Ayakları çıplaktı. Ellerinde Cemal’in küçük kızının oyuncak bebeği vardı. Kız kurtulmuştu ama Halil artık yoktu.

Zeynep onu kendi elleriyle yıkadı. Ovacık’ta kalan birkaç komşusuyla birlikte, mezarlığın en kuzey ucuna gömdü Halil’i. O günden sonra ne köy eski köydü, ne zaman eski zamandı.

Selden sonra ilk çekilen şey su olmadı. Önce insanlar gitti.

Köyün ortasından geçen yol, selden sonraki ilk birkaç gün çamurdu, sonra tamamen çöktü. Ardından kamyonetler gelmedi bir daha. Posta kesildi, yardım ulaşmadı. Önce çocuklu aileler gitti, sonra yaşlılar. Bir gün camiden hoparlörle bir duyuru yapıldı: “Köyün tahliyesi önerilir. Yeni yerleşim Çarşamba yakınlarında kuruluyor.”

Zeynep o an ne yapacağını bilemedi. Amasya’daki ablası yine mektup yollamıştı. “Gel,” diyordu. “Burası hâlâ iç kesim. Toprak var. Denize de yakın değiliz.” 

Ama Halil’in mezarı oradaydı. Köyü bırakmak… mezarlığı bırakmak… mezarı bırakmak… Halil’i bırakmak gibi geliyordu. Bedenini oradan çıkarıp götürmek fikri ise, kalbini sıkıştırıyordu. Toprağı yerinden oynatamazdı; o yerinden oynarsa, Halil’in hatırası da oynardı.

İnsanlar çekilirken hava daha da garipleşti. Yağmurlar düzensizleşti. Sonbaharda, olması gerekenden daha erken bastıran bir fırtına, nehir ağızlarını temizledi. Ve Karadeniz içeriye doğru ilerlemeye başladı.

Artık sel değildi bu. Artık nehrin taşkını değil, yağmurun oyunu değil… Denizin kendisiydi gelen. Süreklilik taşıyordu bu su. Kararlılıkla. Ovacık köyü artık deniz kenarı olmuştu.

2046 yazında Ovacık Mezarlığı’nın taş sınırı sular altında kaldı.

2049’da Halil’in mezar taşının ucunu son kez gördü Zeynep.

2052’de camiyi de su bastı. Ve sonra, her şey sustu.

Zeynep gitmedi. Gitse ne olurdu? Gitse her şey daha kolay olurdu; ama onun için kolaylık hiç seçenek olmamıştı. Halil oradaydı. Evin taş duvarlarında, mutfağın kenarındaki çatlakta, evin yanındaki dut ağacının köklerinde hâlâ onun sesi vardı.

Ev; su içinde, yaşamaya uygun değildi. Kendisine köyde kalabileceği bir ev aradı ama hepsi tek katlı olduğundan ya sular içindeydi ya da yakında yükselen deniz onları da yutacaktı. Zeynep sonunda az öteye, Paşayazı’ya gitmeye karar verdi. Kasaba da Ovacık gibi boşalmıştı. Üç katlı terkedilmiş bir evi gözüne kestirdi, bu ev de çok hasar almıştı belli, dökülüyordu. Ama Zeynep zamanla evi yaşanabilir hâle getirdi. Üst kata çıkan ahşap merdiveni sağlamlaştırdı. Tavan arasında eski bir sandık buldu. İçinden çıkan kamp ocağı hâlâ çalışıyordu. Evin çatısındaki güneş panelini Halil’in eski motosiklet aküsüne bağladı. Böylece az da olsa geceleri ışık vardı artık. Pencerelere yosun tutsun diye tül değil, ağ gerdi.

Çatıyı yaşanabilir hâle getirmek haftalar sürdü. Tuvalet yoktu, tabii ki. Banyo da yoktu. Ama temiz su sistemi için küçük bir düzenek kurdu: yağmur suyunu damıtıyor, güneş enerjisiyle deniz suyundan temiz su yapma cihazını çalıştırıyordu.

Komşuların terk ettiği evlerin üst katlarına da zamanla deniz ulaşmıştı. İlk zamanlar  Zeynep dışında birkaç kişi daha kalmıştı ama bir yıl içinde onlar da gitti. Zeynep dışında herkes pes etmişti. Ya da belki daha iyisini hak ettiğine karar vermişti. Zeynep ise kendine sadece şunu demişti:

“Birisi burada kalmalı. Herkesin gittiği yerde geçmiş olmaz.”

Çatıda yaşamak… ilk başta gülünç bir fikir gibiydi. Ama bir zaman sonra bir direnç biçimi oldu. Yukarı çıkmak, suya karşı değil — unutuluşa karşı bir duruştu. Zeynep her sabah kalkıyor, panelleri siliyor, yosunları topluyor, kurutuyor, ağlarını geriyor; denizle dost olmaya çalışıyordu. Deniz, düşman değildi artık. Deniz, mezarın üstünde dalgalanıyordu — Halil’in nefesi gibi.

2065, Ovacık açıkları

O son sabah hava alışılmadık şekilde durgundu. Rüzgâr yoktu. Dalgalar küçük ama kararlıydı. Gökyüzü griydi ama yağmur vaat etmiyordu. Çatıdaki küçük pencereden dışarı bakarken Zeynep’in dudaklarından fısıldar gibi şu cümleler döküldü: “Bugün gene Halil’e gitmeliyim. Belki de son kez.” 

İçinde bir karar günlerdir ağır ağır büyüyordu. Amasya’dan gelen mektup hâlâ masadaydı. Ablası son kez yazmıştı: “Bu sefer gelmezsen, ben artık yazmayacağım. Yalnız kalmanı izlemek istemiyorum.” Zeynep cevap vermemişti. Ama mektubu da atmamıştı; gitmeyi gerçekten düşünmeye başlamıştı artık.

Ama bu şehirden ayrılmadan önce bir şey yapmalıydı. Halil’in mezarına gitmeliydi. Halil’i ondan alan selin üzerinden yirmi yıl geçmişti. Giderse belki de bir daha hiç dönemeyecekti. Belki de bir gün o mezarın yeri tamamen unutulacaktı. Bütün bunlar olmadan son bir kez bakmalıydı Halil’in mezarına. 

Kayık, evin yanına bağlıydı. Gıcırtılarla sallanıyordu. Halil’in vaktiyle tamir ettiği, sonra Zeynep’in yıllarca elinden geldiğince ayakta tuttuğu eski tahta kayık… Güneşin ve tuzun kavurduğu kürekler, yosunla kaplı ipler, yıpranmış oturağı… ama hâlâ suya inebiliyordu.

Zeynep sırtına küçük çantasını aldı. İçine sadece üç şey koydu: Halil’in mezarının koordinatlarını kabaca gösteren eski haritayı, kendi tuttuğu defteri ve kurumuş birkaç çiçek. Belki de mezarın üzerindeki dalgalara bırakırdı.

Kürek çekmek Zeynep’in yaşlı, yorgun kolları için hiç kolay değildi. Rüzgâr yoktu ama su ağırdı. Deniz, taşan nehirlerin getirdiği çamurla, yılların biriktirdiği yosunla donmuş gibiydi. Her kürek vuruşu Zeynep’in bileklerine acı veriyordu ama o durmadı. Dalgaların arasından hâlâ su yüzeyinde kalan minare gördüğünde bir an gözleri doldu. Eskiden o minare ezanı yükselttiğinde Halil pencereye çıkar, sessizce dinlerdi. “Ses uzaklara gider,” derdi Halil. “Bize yetmez ama başka birine ulaşır.”

Zeynep kürekleri bıraktı. Kayık, minareye göre biraz batıda salınıyordu. Orası… işte orası olmalıydı. Halil’in mezarı.

Ama bugün su tamamen bulanıktı, dünden bile bulanıktı. Her gün geldiği bu mezarın yerini gösteren hiçbir iz yoktu artık. Ne taş, ne çit, ne bir çöküntü. Her şey dalgaların altındaydı. Yine de Zeynep gözlerini kısıp bakmayı sürdürdü. Sanki yeterince uzun süre bakarsa, mezar taşının gölgesi suyun içinden yukarı çıkacakmış gibi…

Defterini açtı. Hafifçe titreyen elleriyle birkaç satır yazdı:

“Halil, burası… son kez geldiğim yer. Belki mezarın altımdadır, belki metrelerce ötede. Ama ben seni hep aynı noktada tuttum. Bu su senin değil. Bu su benim. Sen hâlâ toprağın içindesin. Ben ise suyun üstünde bekliyorum.”

Defteri kapattı, çiçekleri suya bıraktı. Dalgalar çiçekleri hemen almadı. Bir an için, su yüzeyinde durakaldılar. Bulutların yansımasıyla birleşti çiçekler suda. Tıpkı Zeynep gibi. Kalmakla gitmek arasında, hatıralarla gelecek arasında…

Sonra uzaktan bir ses duyuldu. Biri bir türkü söylüyordu ufukta yavaşça yaklaşan bir teknede. Tanımadığı bir bayrak taşıyan, kendi teknesindeki gibi yosun izleri olan bir tekneydi. İçinde insanlar vardı; tanımadığı ama yüz ifadeleri Zeynep’e hiç yabancı gelmeyen.

Zeynep kürekleri tekrar eline aldı. Kayığı döndürmeden önce Halil’in mezar yeri olduğunu düşündüğü noktaya bir kez daha baktı. Zeynep kayığını yavaşça döndürdü. Halil’in mezarının yerini suyun üstünde işaretleyen hiçbir şey yoktu artık ama o yeri zihnine kazımıştı. Aralarında dalgalar değil, zaman vardı sadece.

Uzakta gördüğü tekne biraz daha yaklaştı. Önce rengi seçildi — deniz suyu gibi tuz beyazı, yosun yeşiline çalan izlerle boyalıydı. Sonra sesi duyuldu. Motor yoktu, sadece rüzgârla süzülen yassı yelkenleri ve suya değen tahta gövdesinin gıcırtısı.

İçinde üç kişi vardı. Bir kadın, bir erkek, türküyü söyleyen bir genç. Kadının elleri çıplaktı, çatlamıştı ama yüzünde sertlik değil, sıcaklık vardı. Tekne yaklaştığında kadın seslendi:

“Abla! Birkaç gündür seni burada görüyoruz. Yardıma ihtiyacın var mı?”

Zeynep kısa bir sessizlikten sonra cevap verdi:

“Hayır. Sadece vedalaşıyordum.”

Kadın kıyıya yaklaştı. “Kiminle?”

Zeynep gözlerini kısmadan cevap verdi. “Toprakla. Ve Halil’le.”

Kadın teknesini Zeynep’inkine bağladı. Yanındaki genç, bir yığın çuvalı gösterdi: içinden tuzlu suda yetişen bitkiler taşıyorlardı — deniz börülcesi, sarı çiçekli bir halofit, yosun demetleri.

“Biz Karadeniz Tarım Kolektifiyiz. Yüzer bahçeler kuruyoruz. Hem besleniyoruz hem toprağı unutmuyoruz. Suyun üstünde de kök salabiliyor bazı şeyler. Kalmak istersen sana da yerimiz var.”

Zeynep başta cevap vermedi. Bir eliyle küreğini sıktı. Sonra diğer eliyle küçük defterini açtı. İçinden bir kurumuş çiçek düştü. Halil’in mezarına bıraktıklarından biri rüzgârla tekrar kayığa düşmüştü sanki.

Defteri kapattı. Kadının gözlerinin içine baktı. “Gidersem, Halil’in mezarından uzaklaşmış gibi hissederim.”

Kadın başını salladı. “Burası da onun üstü. Yosunlar da dua eder. Dalga da dua taşır. Hem biz de çok uzakta değiliz, istersen hep gelirsin buraya.”

Zeynep bu sözleri duyunca kendini bıraktı. Küreğini bıraktı. Kayığını diğerine yanaştırdı. İpler bağlandı. Tekneler birleşti.

Yolda çok konuşulmadı. Ama sessizlik, suskunluk değildi. Sessizlik, anlaşmanın ta kendisiydi.

Yüzer bahçeye vardıklarında Zeynep şaşırdı. Genişçe bir alan, petek gibi birbirine bağlı yüzen platformlarla kaplıydı. Üzerinde bitkiler yetişiyor, bazı küçük kulübeler gölgeler sağlıyordu. Güneş panelleriyle çalışan bir tuzlu su damıtıcısı vardı. Küçük bir kütüphane rafı, bir değiş tokuş masası, eski bir çamaşır ipi... Her şey biraz yıpranmıştı ama yaşanıyordu.

Zeynep’e küçük bir alan verdiler. “Burası senin. İstersen sadece otur. İstersen öğret. İstersen yaz.”

Zeynep defterini rafa koymadı; yanına aldı. Oturdu, ilk kez bir başka çatının gölgesinde kahvesini içti. Uzaktan hâlâ minarenin ucunu görebiliyordu. Ve onun biraz ilerisinde... Halil’in yeri. Hâlâ oradaydı.



Comments

Popular posts from this blog

Küller Arasında Bir Mektup