Küller Arasında Bir Mektup
Amasya, artık yeşil bir şehir değildi.
Elma ağaçlarının gölgesinde çocuk seslerinin yankılandığı günler çoktan geçmişti. Vadinin iki yakasını saran kayalıklar hâlâ dimdik ayaktaydı ama aralarındaki vadi, şimdi bir fırın gibi ortalığı kavuruyordu. Zemin çatlamıştı, toz toprağa karışmış, her şeyin rengi solmuştu.
Yazın toz, sabah güneşiyle birlikte yükselir, öğle sıcağıyla birlikte evlerin içine sızardı. Akşam ise rüzgârla birlikte yangın kokusu getirirdi. Dağların ardında, söndürülen yerlerin yerine diğerleri alevlenirdi.
Meryem, sabah saatlerinde sessizliği dinlemeyi alışkanlık hâline getirmişti. Çünkü sessizlik, henüz bir şeylerin yanmadığı anlamına gelirdi.
Bugün de böyle başlamıştı. Evde yalnızdı. Ya da doğruyu söylemek gerekirse, yalnız yaşamaya alışmıştı artık. Kocası birkaç yıl önce kalp krizinden ölmüştü. Çocuklarıysa yıllar önce Kayseri’ye taşınmıştı.
Zeynep’i düşündü. Kız kardeşi yıllardır Paşayazı’daki suyun üstünde yaşıyordu. Ona defalarca “gel” demişti ama Zeynep’in cevabı son görüşmelerinde de aynı oldu: “Burada kalmak bir seçim değil. Bir zorunluluk”. Şimdi mektup da yazamaz olmuştu artık Zeynep. Ama Meryem hâlâ her sabah ondan bir haber gelir mi diye düşünmeden edemiyordu.
Mutfağa geçti. Suyu tasarruflu kullanmak için damacananın üzerine küçük bir musluk takmıştı. Sadece bir tas suyla yüzünü yıkadı. Aynada kendine bile bakmadı. Çünkü aynalar, bu şehirde kimsenin işine yaramıyordu artık.
Bahçeye çıktı. Bahçe dediysek öyle eskiden olduğu gibi yemyeşil, ağaçlarla çiçeklerle bitkilerle kaplı bir yer gelmesin aklınıza… Çok minik bir alana yığabildiği azıcık bir toprağın üstü naylonla örtülmüştü. Bir de tüm köyün birlikte ekip işlettiği “tarla” dedikleri ortak toprakları vardı. Gündüz çok sıcak, gece çok soğuktu. Birkaç yıl öncesine kadar bu bahçede ve köyün tarlasında domates, biber, maydanoz yetiştirirlerdi. Şimdi ise elinde kalan birkaç torba kurutulmuş ot ve küflü tohumdan başka bir şey yoktu. Ama yine de sabahları toprağa dokunmadan duramıyor, kendi evinin bahçesinde az bir maydanoz nane yetiştirmeye çalışıyordu.
O sabah, hava normale göre daha tozluydu. Ufukta sarımsı bir pus vardı. Kendisinden çok daha genç komşusu Ayten kapıdan uğradı. “Bugün gene bir yerlerde yangın çıkacak gibi,” dedi. “Orman sınırına yakın bir yerden ılık rüzgâr geliyor. Havada kesif bir duman kokusu.”
Meryem başını salladı. “Haklısın, rüzgârı kokusundan tanıyor hale gelmemiz ne acı!” dedi. “Eskiden yağmur kokusunu bilirdik, şimdi hangi yangın nerede başladı onu ayırt eder olduk.”
Ayten gitmeden önce biraz kuru kekik bıraktı takas olarak, Meryem de karşılık olarak eski bir yün yelek verdi.
Sonra verandasına oturdu Meryem. Gün yine ateş gibi yükselecekti. Gözlerini karşı yamaca çevirdi. Eskiden o tepedeki kocaman ceviz ağaçları şimdi siyah bir iskelet gibi duruyordu. Meryem, “Toprağın rengi değiştiği gün, ceviz ağacı ilk susan oldu,” diye geçirdi içinden.
Ve sonra yine Zeynep’i düşündü; “O en azından suyla konuşabiliyor,” dedi içinden. “Ben ise sadece külle baş başayım.”
Zeynep’i özlemişti. Artık sık mektuplaşmaları da bitince görüşmek, haber almak neredeyse imkânsız olmuştu. Çocukluğunda uzaktaki akrabalarıyla görüntülü konuştuklarını hayal meyal hatırlıyordu ama o telefonlar senelerdir çalışmıyordu. Uydu interneti hâlâ vardı ama onu da sadece çok zenginler kullanabiliyordu. Meryem gibi insanlar için geriye sadece bir yol kalmıştı: mektuplar.
Devlet; elinde kalan son kapasiteyi halkın yaşamını kolaylaştırmaya değil, sınırlarını korumaya adamıştı. İklim göçü, yerinden edilmiş milyonlar, kontrolsüz geçen kervanlar, sahte belgeler... O kadar çok insan bir yerlere ulaşmaya çalışıyordu ki, iletişim ağları yerine tel örgüler onarılıyordu artık.
İnternetin çökmesinden hemen sonra ilk olarak sessizlik dikkat çekti.
Bir sabah insanlar bildirim sesini duymadı. Sonra mesajlar ulaşmamaya başladı. En sonunda uygulamalar açılmaz oldu. Zaten elektrik de zor bulunur durumda olunca şarj edilemedi telefonlar. Haber alınamayan bir dünya, kulaklarını tıkamış gibi suskunlaştı.
Başlangıçta insanlar ellerinde kalan eski akıllı telefonlarıyla telsiz ağları kurmaya çalıştılar. Bazı şehirlerde komşular arası analog ağlar kuruldu. Ama tüm bu çabalar da çok kısa sürdü. Enerji zaten kısıtlıydı; bozulan parçaları tamir edecek malzeme de yoktu. Ve zaten, dinleyecek birileri de giderek azalıyordu.
Derken yol kenarlarında, istasyon binalarında, eski otobüs duraklarında yeni bir figür belirmeye başladı: haber taşıyıcıları.
Haber taşıyıcılığı yapanların bazıları eski PTT çalışanıydı. Kimileri göç sırasında ailesini kaybedip yollarda kalmış gençler, kimileriyse sadece yürümeyi seven ve bir işe yaramayı isteyenlerdi. Bazı taşıyıcılar bu işi bir ideal uğruna yapardı — insanları birbirine bağlamak için. Bazılarıysa geçim için çalışır, her taşıdıkları için zaman zaman bir avuç mercimek, zaman zaman bir dilim kurutulmuş meyve, bazen bir çift çorap alırlardı.
Onlara “taşıyıcı”, “postacı”, “haberci”, “ayakkabıcı” gibi isimler takılmıştı ama kendi aralarında çoğu zaman sadece omuzlarındaki çantalardan tanınırlardı. Bazılarının çantasında sadece mektuplar olurdu. Bazıları bir küçük radyo da taşırdı, bazen bataryası dolunca eskiden olduğu gibi devlet radyosundaki yayınları dinler ve dinletirdi.
O gün öğleden sonra, verandada rüzgâr sıcak tozları savururken, Meryem’in kapısında bir gölge belirdi. Meryem, eski radyo antenini tamir etmeye çalışırken fark etti gölgeyi. Gelen taşıyıcı; başı şapkalı, sırtı çantalı, bacakları yanık izleriyle dolu bir adamdı.
“Merhaba abla,” dedi. “Meryem Hanım deyince seni gösterdiler. Amasya iç hattı taşıyıcısıyım. Batı Karadeniz güzergâhından gelen posta var sana.”
Meryem’in kalbi hızlandı. “Paşayazı?” dedi neredeyse fısıltıyla.
Adam başını eğdi, çantasını açtı. Dikkatle katlanmış, yıpranmamış bir zarf uzattı.
Zarfın kenarına kömürle yazılmıştı:
Meryem ablaya – Merzifon - Amasya güzergâhı – elden teslim’
“Sağ olasın,” dedi Meryem, kendi oturduğu tabureyi taşıyıcıya uzatırken; “Adın nedir, nereden geliyorsun? Zeynep’i gördün mü nasılmış? Yorulmuşsundur, oturup soluklansaydın biraz. Hem bana Zeynep’i anlatırsın?”
“Vedat benim adım Meryem abla,” dedi taşıyıcı. “Bu mektubu Merzifon’dan aldım. Zeynep Hanım’ı kendim görmedim ne yazık ki. Merzifon bizim için buluşma noktası biliyor musun, sana orayı anlatabilirim bak: Farklı yönlerden gelen taşıyıcılar olarak buluşma noktamızdır Merzifon. Orada buluşur, ateşler yakar, hikayeler anlatır, konaklar dinleniriz; postaları degiş tokuş eder, yorgunsak konaklarız. Kimin nereye gideceğini, hangi zarfların kimde kalacağını da orada belirleriz ama genelde Batı’dan gelenler doğuya, kuzeyden gelenler güneye gönderiliyor her yeri görelim bilelim diye..”
“E mektubu kimden aldın peki?”
“Zeynep Hanım’ın mektubunu bırakan taşıyıcı Karadeniz hattından geliyordu; orada yeni kurulan kolektiften teslim almış postayı; güzel bir yermiş anlattığı kadarıyla.”
Meryem zarfı açamadı, dolan gözlerle zarfa baktı; “Zeynep iyi miymiş peki, onu söyleyebildi mi sana arkadaş?”
Vedat hafifçe gülümsedi.
“Arkadaştan anladığım kadarıyla evet iyiymiş. Karadeniz İyileştirme Kolektifi diye bir yere katılmış. Çok da küçük olmayan bir grup insan diye anlattı; balık kurutarak geçimlerini sağlıyorlarmış, ayrıca tuzlu suda yetişen otlar yetiştirmeye başlamışlar. Takas yaparak da ihtiyaçlarını tamamlıyorlarmış. Teknede yaşıyorlar diye anladım; bir gemi değil ama yüzer bir tarla gibiymiş adeta.”
Meryem zarfı göğsüne bastırdı, sanki Zeynep’e sarılıyormuşçasına. Gözleri dolmuştu, uzun zamandır aldığı ilk haberdi bu Zeynep’ten. “Hay Allah razı olsun. Senin gibi insanlar olmasa biz tamamen kaybolurduk Vedat Efendi,” dedi. “Bu hayat zordur sana eminim, sürekli yürümek, sürekli bir bilinmezlik...Ama bizler için o kadar büyük bir iyilik ki anlatamam…”
Vedat ayakkabılarına baktı.
“Aynen abla, bizim için de zor ama anlamlı, yoksa yapılacak iş değil sahiden de. Her adımda insanları birbirlerine yaklaştırıyor olmak, bazen sevenlere, dostlara, ailelere birbirlerinden bir kelime, bir haber, bazen sadece bir ‘iyiymiş’ sözünü iletebilmek... Beni bir han karşılar, bir tas çorba uğurlar. Yolda olmak da bir tür ev.”
“Handa yaşayan yok mu hiç peki? Sadece sizler gibi taşıyıcılar mı konaklıyor?” diye sordu Meryem, hazır konuşacak birisini bulmuşken.
Vedat, çantasını omzundan indirip verandaya bıraktıktan sonra, Meryem’e döndü: “Handa yaşayan, orayı çekip çeviren bir tek Hasan Efendimiz var. Eskiden PTT’de çalışırmış; emekli olunca köyüne dönmüş ama sonra o köy de boşalınca tek başına kalmaktansa buraya gelmiş, şimdi hanın üst katındaki küçük odasında yaşıyor. Ayağı tutmuyor gerçi ama hafızası hâlâ çelik gibi.
Her mektubun kimden geldiğini üstündeki el yazısından tanır Hasan Efendi. Bazen de okuma yazması olmayanlar için zarfların içindekileri okur. ‘Bu zarf geçen ay Artvin’den gelmişti, yazı aynı. Demek ki karşılık yazılmış,’ der mesela. Hepimizin rotasını o planlar. Kim hangi yöne gidiyor, nerede hangi mektup bırakılmalı... Hepimiz Hasan Efendi’ye güvenir kendimizi ona emanet ederiz.”
Meryem gülümsedi. “Yani han aslında bizim eski zamanların postanesi, sadece başka bir formatta.”
Vedat başını salladı. “Aynen öyle. Ama zaten epeydir pul falan kalmamıştı malum, elektrik, enerji vs olmayınca pulu nerden bulup çıkartacaklarlar… Yok artık. Sadece biz varız, benzer postane sistemini kurup çalıştırabileceğimize dair birbirimize güvenimiz var.Ve hafızası iyi Hasan Efendimiz.”
Gölgedeki taburesinde oturan Vedat, Meryem’in getirdiği bir tas suyu içti . Bu su Vedat için o kadar kıymetliydi ki; birkaç yudum aldıktan sonra suskunlaştı, gözlerini kapattı, derin bir iç çekti. Meryem de o sırada dalgın dalgın yaşlı çatının altındaki küçük evine bakakalmıştı.
Vedat gibi taşıyıcılar yöre yöre dolaşırken, Meryem minik de olsa bu evde yaşadığı için utandı bir taraftan; ama bu ev Meryem için sadece bir barınak değil, bir direniş kalesiydi. Az uğraşmamıştı evi bu hale getirene kadar. Elektrik çatıdaki güneş panellerinden geldiği için güneş olmadığında ev karanlıkta kalıyordu. Sıcak su zaten yoktu; olan elektrik de buzdolabını çalıştırmaya yetmediğinden bozulacak şeyleri bulunduramıyordu. Ama Meryem yine de iyi kötü bir düzen kurmuştu burada. Vedat gibi nerede ne bulursa yemektense, nispeten lüks içinde olduğu söylenebilir. Küçük bir sobası, kurutulmuş sebzelerle dolu kavanozları, iç içe geçmiş eski çanak çömlekleri vardı. Evinde olan az sayıda malzeme bir yerlerden bulup buluşturduğu veya kendi dönüştürdüğü şeylerdi haliyle, ama o hepsini “kendisine” uydurmuştu bir şekilde.
Elindeki küçük radyo yıllardır bozuktu ama Meryem onu bile saklıyordu, belki bir gün denk gelir de tamir etmek üzere bir parça bulurum umuduyla.
Meryem’in evindeki en değerli malları ise takasta kullanmak üzere kuruttuğu otlardı. Nane, adaçayı, biraz da soğan kabuğu kurutur, bazen bir çorba kaşığı sirke, bazense bir dikiş iğnesiyle takas ederdi. Vedat Efendi suyunu bitirirken Meryem kalktı, kuruttuğu otların durduğu raflara giderek küçük bir kavanoz nane bir kavanoz da adaçayı getirdi Vedat Efendi’ye. “Kış yaklaşıyor, ihtiyacın olur, emeğin için çok teşekkürler. Ne kadar zamandır Zeynep’ten haber almaya hasrettim, bilemezsin” dedi. “Ne demek,” dedi Vedat Efendi, “ama çok uzun oturdum akşam oldu bile…Yolcu yolunda gerek, daha ulaştırmam gereken mektuplar var, yolum uzun. Haydi işleriniz rast gitsin!”
Vedat Efendi akşam gün batımına doğru Red Kit misali yola düşerken, arkasından bakıp eskileri hatırladı Meryem.
Amasya ise artık eski bildiği Amasya değildi, sanki tanımadığı yabancı bir yöreye dönüşmüştü bu diyarlar. Eski yeşili kalmamıştı, ağaçların çoğu çoktan gitmişti. Önce hastalık vurmuştu meyve ağaçlarını, sonra sıcaklıklar artmış, toprak kurumuştu. Derken 2042’de Yeşilırmak kabarmıştı ve o taşkınla Amasya’nın altı üstüne gelmişti.
O günleri hatırlamak dahi istemiyordu Meryem; inanılmaz karmaşa dolu günler, ortalıkta başı kesik tavuk gibi koşuşturan insanlar, kabaran akan sellere kapılan çocuklar... Yine de her sabah gözü şimdi neredeyse bir dere kadar ufalan, suları siyahlaşmış, üstünden sineklerin eksik olmadığı Yeşilırmak’a kayıyordu. Bunları düşünerek eve girdi. Neyse ki bugünkü ılık rüzgar yangın getirmemişti. Buna şükrederek elini yüzünü az bir suyla ıslattığı mendille sildi, bir parça da misvak dalı kopardı stoklarından onu çiğnedi dişlerini fırçalama niyetine. Sonra yatağına girdi, mektubu göğsünde uyudu Meryem o gece.
Meryem ertesi sabah uyandığında, güneşin daha tam doğmamış olmasına ve henüz bulutların arasından usulca sızmaya çalışmasına rağmen kor ateşini hissettirmesinden endişelendi. Gece boyunca göğsünden bırakmadığı mektubu yatağının başucundaki minik kırık sehpaya koydu, pencerenin pervazındaki eski termometreye göz attı: sabahın yedisinde bile 31 derece olduğunu görünce derin bir iç çekti. Bugün dünden çok daha endişe verici bir gün olacaktı.
Yangın mevsimi, artık yılın yarısından fazlasını kapsıyordu. Bazı haftalar her akşam bir başka tepenin üzerinde alevler yükselirdi; bazen de sadece aşırı sıcağı kalırdı yangınların. Yangınlar bitinceyse bu sefer toz kaplardı ortalığı; sarımtırak bir pus günlerce havada asılı kalırdı. Pencereler kapatılsa da o tozun içeri sızmasını önlemenin bir yolu yoktu, hele ki ortalık rüzgarlı olunca sarı toz ve pus perdelerin ucunda birikir, yastıklara sinerdi. Meryem bu tozları da birer mektup gibi görmeyi öğrenmişti. “Dışarısı yaşanmaz olabilir ama biz hâlâ buradayız,” der ve uzaktaki sevdiklerinden haberler getirirdi sanki toz.
Sonra gözü az önce küçük sehpaya koyduğu ve gece boyunca açmadığı mektuba takıldı. Zarf tüm gece elinde buruşmuş, ayrıca sabaha karşı başlayan sıcakta da elinin terinden nemlenmiş ve hafifçe kıvrılmıştı.
Meryem, ellerini ıslak bezle silip yatağının başucuna ilişti ve mektubu eline aldı. Zarfı açarken içini garip bir heyecan sardı. Zeynep’in tanıdık el yazısı, sağa hafif eğik ve sabırlı harflerle doluydu.
Mektubu iki kez okudu. İlkinde hızla, sadece “iyiyim” yazan kısma bir an önce ulaşmak istercesine. İkincisinde ise satır satır, kelime kelime, sanki Zeynep yanındaymış gibi dinleyerek.
Evet, kardeşi hâlâ hayattaydı. Hâlâ inatla yaşıyor ve savaşıyordu. Vedat Efendi’nin söylediği gibi denizin üstünde tarım yapan ve birbirleri ile yardımlaşan bir komüne katılmıştı. Bu kadarını okumak bile Meryem’e yeterdi kaç aydır haber alamadıktan sonra. Başında nöbet tuttuğu, sular altında kalmasına rağmen her gün mutlaka ziyaret ettiği rahmetli kocası Halil’in mezarına son kez gidip kayığıyla nasıl ayrılmak zorunda kaldığını ablasına anlatıyordu Zeynep. Demek ondan haber alamamıştı epeydir Meryem. Kendilerine Karadeniz Tarım Kolektifi diyen bir grup gençle tanışmış ve onlarla birlikte yüzer bahçeye yerleşmişti. Petek gibi birbirine bağlanmış olan bu yüzen platformlarda tuzlu suya dayanıklı bazı bitkiler yetiştiriliyor, güneş paneliyle su damıtılıyor, yosun toplanıyordu anlattığına göre. Ablasını da çağırıyordu Zeynep ama Meryem nasıl buraları bırakıp gelsindi.
Mektubu katlayıp küçük bir kavanozun içine koydu. Bu kavanozda başka hatıralar da vardı: birkaç bozuk düğme, eski bir saç tokası, çocuklarından kalan bir kartpostal… Şimdi Zeynep’in sesi de eklenmişti Meryem’in anılarına.
Sonra çizmelerini giydi, yüzüne vuran alev gibi rüzgara rağmen dışarı çıktı. İlk olarak evin arka tarafındaki kümese uğradı. Üç tavuğu ve bir horozu vardı, bakalım onlar bu sıcakta ne hale gelmişlerdi. “Benim dört silahşörler,” derdi onlara. Her biri artık yaşlıydı ama hiç değilse hâlâ haftada birkaç yumurta veriyorlardı. Meryem kümese yaklaşıp gıdaklamalarını daha net duyabildiğinde “Oh,” dedi, “çok şükür iyiler”. Su artık tüm canlılar için çok kıymetliydi, kendisine yemek ve diğer ihtiyaçlar için ayırdığı su bir kenarda dururdu. Geri kalan suyuysa içme suyu olarak kendisi ve tavuklar tüketirdi. Yanında getirdiği az bir suyu ve darıyı dört silahşörlerine verince canlar nasıl da mutlu oldular. Üç de yumurta buldu Meryem kümeste; şanslıydı.
Kümesten sonra bahçesine geçti. Sabahın göğü delen sıcağında toprak kavrulmuş ve susuz kalmış olsa da, öğle saatinde güneş hepten tepeye çıkıncaya kadar işlemek bir nebze daha kolaydı. Ekip diktiği bahçesinde yarattığı toprağın naylonla örtülü kısmın kenarlarını kaldırdı; bahçenin bu kısmının nemli kalması için eski bir köylüden duyarak öğrendiği üzere toprağın üstüne serpmiş olduğu küller gerçekten işe yaramıştı: bu yıl önceki yıla göre daha fazla nane ve maydanoz, bir de bu sene ilk kez denediği sarımsak sapı tutmuştu.
Kavurucu rüzgarlara rağmen bu ürünleri de elde edebilmiş olması son derece kıymetliydi Meryem için, zira takaslık fazla malzemeye ihtiyacı yoktu artık; kendini besleyebilsin, sağlıklı tutabilsin yetiyordu ona. Zaten hem şehre inmek git gide daha tehlikeli olmaya başlamıştı. Hem çoğu “dükkân” çoktan kapanmıştı hem de Meryem’in tek başına tüketebileceği miktar çok azdı. Meryem’in en değerli mallarından biri, hastalandığında azıcık suyla kaynattığı kuru naneleri ve çorba yapmakta kullandığı kuru sebzeleri, özellikle de kuru domatesleriydi. Kendi yiyebileceği miktarı tüketir, kalanını da çok zaruri ihtiyaçları olursa öksürüğe karşı kullandığı keçiboynuzu kabukları gibi malzemelerle takas için kullanır ama ekseri saklardı, belki çocuklar gelir de bir yemek yaparım umuduyla. Gerçi çocukları da aylardır görünmemişti ama en azından onların ailece bir arada ve güvende olduklarını bilmek güzeldi.
Kan ter içinde naylonun kenarını tekrar kapatırken, komşusu Ayten bahçeye yanaşıp sabah selamı verdi Meryem’e. “İğne buldum pazarda, sana da lazım olur, ortak kullanırız,” diye elindeki iğne ve ipliği gösterdi. Doğru ya, bugün “pazar” vardı köyde, dün gelen mektubun heyecanıyla unutmuştu Meryem. Tüh. Pazar dedikleri zaten yan köylerden takasa gelen 3-5 kişiden ibaretti, kaçırdıysa taaa üç hafta beklemesi gerekecekti. “Hala oradalar mı? Ben unuttum tamamen, gitmeden yakalayayım; yumurtalarla biraz un takas etmem gerekecek.”
“Evet, evet yetişirsin çabuk olursan, henüz toplanmamışlardı,” dedi Ayten, selam verdi ve kendi evine geçti.
Meryem hızlıca eve dönüp mutfağın köşesindeki kilitli dolabı da kontrol etti. Dolapta, yıllar önce Halil’in “ayılara karşı lazım olur” diyerek aldığı eski bir av tüfeği ve birkaç kartuş vardı. Şaka gibi ama şimdi ayılar değil, aç kalan insanlar tehdit olmuştu. Şükür ki Meryem henüz tüfeği kullanmak zorunda kalmamıştı; bu silaha ihtiyacı olmamasını ve sadece Halil’den bir anı olarak kalmasını diliyordu yürekten ama tedbirli olmak da gerekliydi. Belki yumurtalardan biriyle kartuş da mı alsaydı?
Bugün ayrıca taş fırınından küçük bir ocakta ekmek de pişirmesi gerekiyordu. Yeterli suyu ve yumurtası vardı ama un gittikçe azalmıştı. Onun için de acilen pazara koyulmak üzere hazırlandı.
Mutfak penceresinden gökyüzüne baktı. Gökyüzünün rengi griye çalıyordu, yoğun bir pus vardı, ama havadaki koku duman değil toz gibi durmuştu Meryem’e. Bu bile küçük bir şükür sebebiydi. “Bugün de yangından kurtarmış olsak keşke,” diye geçirdi içinden. Koşa koşa pazar yerine gitti, bir yumurtayla av tüfeği için kartuş aldı, bir yumurtayıysa azıcık bir un alabilmek için kullandı ve evine geri döndü. Neyse ki kendisine bir pişirimlik yumurtası daha kalmıştı. Haydi bakalım.
Öğleye doğru güneş biraz daha dik gelir, biraz daha kavurucu, biraz daha teni yakar olmuştu. Dışarda nefes aldırmayan sıcaktan kaçan Meryem, evin içinde en gölge en serin köşede oturmuş, eski yün çorabını söküp tekrar kullanılmak üzere sarıyordu ki, dışarıdan gelen aceleci ayak seslerini, fısıldaşmaları, kısa ve sert emirleri duydu.
Sonra kapısı tıklatıldı: “Tak tak tak”.
Kapıyı açtığında karşısında kan ter içinde Ayten, Mahir ve yaşlı Musa’yı buldu. Hepsinin yüzü hem telaşlı hem de terden kıpkırmızıydı. Mahir’in elinde eski bir kürek, sokakta koşturan gençlere talimat veriyordu: “Evlerde kürek- çekiç ne bulursanız alın, ıslattığınız bir tişörtü de elinize sarın. Hadi çabuk çabuk!”
“Meryem Abla,” dedi Ayten nefes nefese, “öğle sıcağı civardaki heryeri kavurmuş geçmiş. Yamaçta yangın başlamış, rüzgâr da ters taraftan esiyor. Köyün tarlasından duman geliyor dendi. Eğer gerçekten tarlaya yayılırsa bu seneki buğdayımız gidecek. Hepimiz oraya koşuyoruz.”
“Yapmaaa,” dedi Meryem üzüntü ve panikle, “oysa tam da bugünü yangısız geçireceğiz diye sevinmiştim. Ayol bir gün dinleneydik bu hafta.”
Çoğuna buğday ekilen, az bir kısmında da yeniden domates denemesi yapılan tarla, köydeki birkaç hane tarafından ortaklaşa işleniyordu. Ayten, Meryem ve yaşlı Musa da bu hanelerdendi. Artık traktör yoktu, tarlayı Mahir gibi geçici olarak köye gelmiş birkaç kişinin daha yardımıyla kürekle, çapayla yapıyorlardı. Amasya’da çok kimse de kalmadığından, ekim zamanı herkes elinde ne varsa getirir, hasatta da buğday torbaları eşitçe bölünürdü. Bu tahıl, çoğu ailenin ekmeği demekti, bu sıcakları buğday yanmadan atlatmaları hayatta kalmalarını sağlayacaktı.
Meryem hiç düşünmeden içeri girip bir bezi bolca suyla ıslatıp başına, bir diğerini de eline sardı. Çantasına bir matara su, ıslak bir bez daha ve eldiven koydu, dışarı çıkıp küreğini kaptı. Silahını almaya gerek de duymadı zamanı da olmadı — ama zaten bu savaş başka bir düşmana karşıydı.
Yolda Ayten anlatmaya devam etti: “Önce sarı bir duman yükselmiş tarlanın istikametinden, sonra kokusu geldi bize. Musa hemen yangın çıkacağını anladı. En tepede biri cam kırığı bırakmış olabilir ama her neden başladıysa hızlı yayılma ihtimali büyük bu ters rüzgarda.”
Tarlaya vardıklarında küçük köylerinin diğer sakinlerinin çoktan varmış olduğunu gördüler. Buradan bakınca yamacın öte tarafında olduğu anlaşılan yangın, neyse ki çok büyük durmuyordu. Ama kuru otlar ve dikenli çalılar yüzünden hızla yayılıyor olması endişe vericiydi. Yangının tarlaya sıçramasını önlemek için köylülerin kimisi şişelerle su getirmişti, kimisi eski battaniyeleri ıslatıp sürüklüyordu buğdaylarla yangının arasına hat çekmek üzere. Gençler, yangının sıçramasını önlemek için dumanın geldiği yamaca tırmanmış ve hendek kazmaya başlamışlardı bile. Meryem ve Ayten de vakit kaybetmeden yamaca gençlerin oraya çıkıp onların açtıkları hendeklere getirdikleri ıslak örtüleri serip, alevlerin altına toprak atmaya başladılar. Mahir, sopa gibi bir dal parçasıyla alevleri bastırıyordu. Musa ise yavaş ama dikkatli adımlarla sınırda su taşıyordu.
Herkes ne yapacağını biliyor gibiydi, çünkü köyün bu ilk yangını değildi. Ama tarlaya bu kadar yakın olanı da, hele hasada bu kadar yaklaşmışken, uzun süredir olmamıştı. Aşırı sıcaktan ve dumandan nefes alamadıkları bu yamaçta, ter, is ve toz birbirine karışmıştı. Rüzgâr bir kez daha yön değiştirdiğinde herkes anlık bir panik daha yaşadı ama sonra gençlerden biri bağırdı: “Durdurduk! Bize doğru yayılmıyor artık!”
Yarım saat sonraysa yangını tamamen söndürebilmişlerdi. Geride sadece yanık otların kokusu ve siyaha dönmüş bir yamaçta, isli ve terli suratlarıyla yorgunluktan bitap düşüp yere çöküp kalmış köylüler kalmıştı. Şükür ki buğday tarlası kurtarıldı, bu her şeye değerdi.
Herkes bu küller ve isle kaplı yamaçta kalbini normal ritmine indirmeye, tekrar sakin nefes alabilmeye çalışıyordu. Sıcak ve susuz, dilleri damaklarına yapışmıştı. Meryem etrafa bakındı. Köydeki genç-yaşlı herkes bir şey kaybetmişti mutlaka geçmişte. Eşini, çocuğunu, evini… Kaybetmeye alışmışlardı artık, ama hâlâ pes etmemişlerdi; hala birlikteydiler, hala buğday uğruna yan yana ter dökebiliyorlardı. Belki de tarlalarını kurtaran mucize, birbirlerine duydukları inanç ve sırt sırta vermişlikleriydi.
Ayten sessizliği bozdu: “Bu kışa da unumuz olacak inşallah. Buğday olmazsa, köyü nasıl beslerdik. Haftaya hasada kadar başka bir yangın tehlikesi geçirmezsek iyidir.”
Meryem başını salladı. “Haklısın, su yok, yaz sıcakları inanılmaz arttı güzelim Amasyamızda, öyle olunca meyve ağaçlarımızın tümünü kaybettik. Bari ekmeğimizden olmasak. Ekmek varsa umut da var ama daha ne kadar umut verebileceğiz köydeki gençlerimize bilemiyorum.”
Yanlarından gençler selam vererek yorgun argın yamaç aşağı inedursunlar, Yaşlı Musa, Ayten’le Meryem’e dönerek, “Umut, buğdayın çimlenmesidir; bir şeyin toprağa rağmen, güneşe sıcağa susuzluğa rağmen yeşermesidir. Bu sene yağmurlar geldiğinde sularını biriktirebileceğiz Mahir’le yaptığımız düzenek sayesinde, seneye her şey daha iyi olacak; bakın, göreceksiniz,” dedi. “Yeter ki birlikte olalım, birbirimize destek olmaya devam edelim.”
Bir süre sessiz oturdular yamaçta. Tepeden aşağıya evlerine bakarken, köylerine inecek enerjiyi toplamaya çalıştılar. Rüzgâr biraz daha hafiflemiş, güneşin dikliği kırılmış, alevlerin kor sıcağı azıcık da olsa gitmişti.
Sonra birbirlerini ayağa kaldırdılar, küreklerini omuzlarına, eşyalarını sırtlarına alıp yavaş yavaş indiler yamaçtan aşağı. Bir sonraki yangına, bir sonraki takasa, bir sonraki mektuba kadar…


Comments
Post a Comment